Kışın günü bir Viyana macerası...



Geçen hafta küçük bir ekip beş gün için Viyana’daydık. Bu kısa ziyarette ne gördük, ne yaptık “kısaca” paylaşmak istiyorum. Önce en çok dikkatimi çeken iki şeyi söyleyeyim: Birincisi, kışın günü Viyana’ya gidince “Viyana şöyle güzel, böyle güzel” sözlerine aldanarak beklentiyi yüksek tutmamak gerekiyor. “Biz Eskişehirli’yiz, Erzurum’un soğuğu nedir ki” diyecek olursanız, Viyana ile sizi tanıştıralım… O nasıl bir rüzgâr öyle… Sanki adamı uçurtma gibi uçuracak… Bir de soğuk esiyor… İnsanın içine işliyor adeta… O yüzden "kışın günü" Viyana’ya girecekseniz, sokakta yürüyecekseniz, aman dikkat… Lahana gibi kat kat giyinmek gerekiyor… Ha, bir de yolda yürürken kolunu tutacağınız bir eşinizin olmasını tavsiye ederim…
 

KIRMIZI IŞIK

En çok dikkatimi çeken ikinci şey, kırmızı ışıkta bekleyen yayalar...

Hiç kimse ama hiç kimse kırmızı ışık yanıyorsa, yol boşsa, hiçbir araç geçmiyor ve hatta ortalıkta görünmüyorsa “bile”, karşıdan karşıya geçmiyor. Yaşlısı, genci, çocuklu annesi, hastası, yorgunu, acelesi olanı ama “hiç kimse” karşıdan karşıya geçmiyor. Öylece, bomboş sokakta, sırf kırmızı ışık yanıyor diye bekliyor!

“Biz alışık değiliz öyle şeylere, salak salak ne bekliyor bunlar, hadi geçelim” diyecek oluyor içimizden biri. Diğeri uyarıyor: “Vardır bir bildikleri”…

Sonra soruyoruz orada yaşayan bir tanıdığımıza: “Neden geçmiyorlar bomboş sokakta? Bu da bir kültür belli ki ama bu kültürü nasıl vermişler? Bu alışkanlık nasıl kazanılmış? Okulda ne öğretmişler?”

Diyor ki; “Eğer kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçerseniz, polis sizi görürse gelip sorar, neden geçtiniz diye. Cezalar 60 Euro’dan başlıyor. ‘Acelem vardı’ derseniz 60 Euro, ‘geçtim işte’ derseniz 100 Euro’ya kadar ceza alabilirsiniz.”

“Peki” diyor, susuyoruz. Ama yine de merak ediyoruz eğitim sistemini, kırmızı ışıkta geçmemenin nasıl bir kültür meselesi olduğunu…

“Burada öğrenci olmak çok zor, üniversiteyi bitirmek hele çok daha zor. Dört yılda üniversite bitiren Türk öğrenci sayısı hayli düşük. Bölüme göre değişiyor belki ama 8-10 yıl sürebiliyor üniversiteden mezun olmak. Bu bazen öğrencinin elinde olan bir şey de olmuyor. Örneğin bir dersi almak için 100 öğrenci de olsa, sınıfın kontenjanı 30 ise geri kalan öğrenciler o dersi almak için bir sonraki dönemi bekliyor. Türkler için durum biraz daha zor; çünkü neredeyse anadil gibi Almanca bilmek gerekiyor. Burada üniversiteye girmek belki kolay ama mezun olmak hiç de kolay değil…”

Sonra diğer ayrıntılarını dinliyoruz burada öğrenci olmanın…

Ama hala aklımda bir tez konusu gibi duruyor: “Kırmızı ışıkta geçmek ya da geçmemek…”

Dünya’da 14 ülke gördüm, Amerika’da 13 eyalet gezdim, Viyana’daki kadar titiz bir şekilde kırmızı ışıkta bekleyenleri hiçbir yerde görmedim…



SOKAKLAR

Şu söze çok inanıyorum: “Bir şehri tanımak için sokaklarına bakmak gerekir.”

Viyana’nın tarihi sokakları tertemiz, taş binalar en az 100 yıllık ve sanki yepyeni, asfaltlar daha dün dökülmüş gibi…

“Bu bölgede tarihi evler bulunuyor. Evinizin içini istediğiniz gibi yenileyebilirsiniz ama dış cephesine dokundurmuyorlar. Hatta dış cepheyi boyamak, onarmak isterseniz devlet bu konuda yardımda bulunuyor. Sanıyorum yarıya yakan ücretini devlet ödüyor.” diyor oradan biri…

Her şey tertipli düzenli… Trafikte kurallar işliyor. Beş günlük gezimizde yalnızca iki kez korna sesi duyduğumu söylemeliyim. Metro / tramvay ve tren hatlarıyla şehrin her yerine kolaylıkla ulaşım sağlanabiliyor. Şansımıza mıdır nedir bilemiyorum, tramvay da oldukça rahat…

Fiyatlardan ise söz etmek istemiyorum. Oraya göre makul belki ama şu anki Türkiye şartlarına göre, bugüne kadar çıktığım maliyeti en pahalı gezi…

“Hayat nasıl?” diye soruyoruz… Asgari ücretli birinin yaklaşık 10 aylık maaşıyla “marka” bir otomobil alabildiğini söylüyorlar. Ne de olsa Türkiye’nin yaklaşık beş katı kişi başı milli gelire sahipler… Öyle olunca da insan merak ediyor: “Ne kadar Türk var?”

Ülkede nüfus yaklaşık 9 milyon ve 300 bin civarında da Türk olduğu belirtiliyor. Almanya ile kıyaslanırsa oran olarak benzer nitelikte… Yani Almanya’da nüfus 90 milyon ve 3 milyon Türk yaşıyor. Almanya’daki gibi “sık” olmasa da sokakta Türkçe konuşanları duymak, Türk lokantalarını görmek, dönercileri ile karşılaşmak mümkün.
 



TÜRKLER

“Türklere nasıl davranıyorlar? Avusturyalılarla ilişkileriniz nasıl?” diye soruyoruz…

“Türklerden pek hoşlanmıyorlar genel olarak. Osmanlı’nın Viyana kuşatmaları hep akıllarının ucunda. Kendilerini Avrupa’nın ve Hristiyanlığın koruyucusu olarak görüyorlar. Avrupa Birliği’ne üye olmamıza da biraz bu gözle bakarak ‘hayır’ diyorlar. Örneğin Hitler zamanında gelip Viyana’yı işgal etmiş, hınca hınç meydandaki kalabalığa balkondan konuşma yapmış ama bu işgali değil de Osmanlı’nın yaptığı kuşatmayı unutamıyorlar. Osmanlı’nın buradan çekilirken arkasında bıraktığı silahları eritip en büyük kiliseye çan yapmışlar. Müzelerdeki resimlerde, heykellerde Osmanlı’ya karşı kazandıkları zaferleri sergiliyorlar. Bu durum, baştan önyargılı bir tutumu gösteriyor zaten.”

“Türklere yönelik çok olumsuz önyargılar var ama Türkleri tanıyıp daha farklı izlenimlere sahip olanlar da var. Türklerle evlenenler, aile kuranlar, yakın ilişki geliştirenler de mevcut. Hele Türkiye’ye gidip görenler durumun hiç de kendilerinin zannettikleri gibi olmadığını anlıyorlar. Ancak önyargıları yıkmak hiç de kolay gibi görünmüyor.” diyor biri…

Bir başkası anlatıyor: “Türkler burada üçüncü azınlık gurup durumunda. Daha çok Almanlar, Slavlar var. İş sahibi olan Türkler de var ama daha çok hizmet sektöründe görev alıyorlar insanlarımız. Eğitim seviyeleri genel olarak ortaokul düzeyinde ya da ilkokul mezunları. Eğitimli Türk nüfus çok az. Türkler buradaki topluma uyum sağlama konusunda da daha dirençliler. Almanca öğrenmiyorlar. Örneğin yakın zamanda buralara gelen Arapların daha kolay uyum sağladıklarını topluma karıştıklarını görüyoruz. Ama Türkler öyle değil. Nedenini çok iyi anlamıyorum ama Araplara, Türklere baktıkları gibi bakmıyorlar mesela. Onlara karşı önyargıları çok yok yani…”

“Peki, Türkler memnun mu burada yaşamaktan?”

“Genel olarak memnunlar. Buraya gelen burada kalmak istiyor. Öğrenci olarak gelenler bile kalmak için uğraşıyor. Türklere yönelik önyargılar nedeniyle kimileri bir süre sonra dönmeye çalışıyor. Hatta buradaki her şeyini satıp Türkiye'ye dönenler oldu. Ancak gidenlerin yüzde 80'i geri geliyor.”



“Ben de buradaki düzenimi bozup Bursa’ya gittim. Yakın bir dostumuzla anaokulu açtık. Bir yıl çalıştık ama işletemedik. Sorunlar oldu. Dostluk başka ticaret başka. Hala yakın dostluğumuz baki... Çok iyi insanlar ama biz tekrar Viyana’ya döndük... Çocukların eğitimi nedeniyle dönenler de oluyor. Çocuklarının geleceğini düşünenler burayı tercih edebiliyor…”






MÜZELER

Bu “sıkıcı” konuşmalardan sonra biraz daha Viyana’dan söz edelim…

“Viyana bir kültür ve sanat şehri” desek yeridir. Ben diyeyim 30, siz deyin daha fazla… O kadar müze ve görülmesi gereken yer var. Ücretsiz müzeler var ama ücretler en az sanıyorum 10 Euro’dan başlıyor ve katlanarak devam ediyor.

Viyana Sanat Müzesi, Ulusal Tarih Müzesi, Belvedere Sarayı, Hofburg İmparatorluk Sarayı, Schonburnn Sarayı, Mozart’ın Evi, Sigmund Freud’un Evi görülebilecek yerler arasında…

Bunları internet üzerinden siz de inceleyebilirsiniz. Biz de gelmeden önce bakıp ona göre bir gezi programı oluşturduk. Bu yazıda ise daha çok izlenimlerimden söz edeyim…

Örneğin Ulusal Tarih Müzesi her yaştan insana hitap eden oldukça büyük bir müze. Özellikle çocuklar için büyük bir inceleme alanı. Dinazor iskeletleri ve devasa boyutlardaki hareket eden, “kükreyen” dinazor ilgi çekebilir. Nadir bulunan hayvanlardan ilkel insanlık kalıntılarına, kelebeklerden mamutlara, göktaşlarından renkgarenk taşlara, yüz binlerce eser görülmeye değer nitelikte…

Mozart’ın Evi’ni de gezdik ama “beklediğimiz gibi” değildi. Freud’un Evi’ni gezen arkadaşlarımız da benzer izlenimlere sahip olmuşlar. Tabi ne beklediğinize göre de değişebilir…

Bu arada, Efes Sarayı’ndan da söz etmek isterim. Adı yabancı gelmemiştir. Tahmin edeceğiniz gibi bizim Efes’ten Avusturyalılar tarafından yapılan kazılarla çıkarılıp buraya getirilen eserlerin sergilendiği bir müze… Alçı kopyalarını daha sonra bize hediye ettikleri söyleniyor… Ben görmedim…




HEYKELLER

Viyana aynı zamanda heykeller şehri. Oldukça görkemli ya da devasa boyutlarda diyebileceğim heykeller var. Örneğin Hofburg İmrapatorluk Sarayı önündeki meydanda, şahlanmış at üzerindeki komutan heykeli ve sarayın bahçesindeki diğer heykeller görülmeye değer nitelikte.

Ancak atın ayağının altında yatan Osmanlı askeri figürünü de gözden kaçırmamak gerekiyor. Şehirde pek çok yerdeki pek çok heykelde Osmanlı’ya karşı kazandıkları zaferin izlerini bir şekilde görmek mümkün. Belki de bir arkadaşımızın ifade ettiği gibi “Avusturya her alanda tarihini ya da kimliğini Osmanlı’ya karşı kazandığı zafer üzerinden tanımlıyor.”

Ne diyelim? Samsun doğumlu biri olarak oradaki Atatürk heykelini hatırlayarak ve onun “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü mırıldanarak gezimize devam ediyoruz… Bu arada, Samsun’daki heykelin de Avusturyalı bir heykeltıraş tarafından yapıldığını da unutmadan…





YEME-İÇME

Eğer bizim gibi gezip “biraz da dinlenelim” derseniz, öyle Türkiye’deki gibi her köşe başında bir kafe, pastane, oturacak yer olduğunu zannederseniz yanılırsınız. En azından kışın günü gidiyorsanız tedbirli olmakta fayda var. Bana sorarsanız, oturacak mekan sayısı oldukça az.

Burası için “şinitzel’in ana vatanı” diyorlar. Ünlü pek çok mekan var. Reklam olmasın; bunlardan en ünlüsüne gittik. Bence şinitzel güzeldi ama yanında gelen patates salatası ondan 10 kat daha güzeldi. Bunun üzerine merak ettim tabi… Ancak orada yaşayan bir Türk arkadaşımız, “Evde defalarca denedim bu salatayı yapmayı ama başaramadım. Her şeyi kullandım ama sosu tutturmak imkânsız” deyince, ben de araştırmaktan vazgeçtim…

Ünlü bir pastacıları var örneğin… Oraya da gittik. Bana çok fazla şekerli geldi. Ekipteki Türkler de çok sevmemişler. Ama beğenenler de oldu tabi…

Türk lokantalarından ya da dönercilerinden söz etmiştim… Onları da ziyaret ettik… İnce belli bardakta, sanki hiç içmemiş gibi çay ikramlarını da büyük bir hoşlukla kabul ettik… Misafirperverlikleri için teşekkür ederiz…

Bu arada bir sevgili arkadaşım yıllar önce, “Almanya’ya gittik, kuru fasulye yedik” deyince gülmüştüm. Şimdi neden Türk lokantasına gittiğini daha iyi anladım sanıyorum…




ESNAF

Pek çok mekânda, müşteriye “gel buyur, otur” diyen olmaması garibimize gidiyor. Öyle bizdeki gibi müşteriyi karşılama, ilgi gösterme, esnaflık anlayışı yok ya da biraz zayıf diyelim...

Mekânlar çok küçük, oturacak yer sayısı yetersiz… Gelen ya kuyrukta bekliyor soğukta ya da çekip gidiyor. “Bir sandalye de şuraya atalım dememişler” diyor biri…

Hatta pastanelerden birinde üst katı kapatmışlar. Temizlik mi var, nedir? Müşteriler kapıdan dönüyor.

Kaç yerde kuyruk bekledik; yer boşalsın da oturalım diye…



KOVİD MESELESİ

Her kapıdan girince “Kovid testi” ya da “üç aşı” soruyorlar. Cep telefonunuzdan kontrol yapılıyor. Tüm mekânlarda bu zorunlu. İster market, ister kafe, ister AVM… Kapıdan geçtiğiniz her yerde soruyorlar.

Okullarda, marketlerde bedava ağızdan gargara ile yapılan Kovid test kitleri bulunuyor. İki günde bir aşısızlar bu testlerden yaptırıp belirli yerlere bırakıyorlarmış. Sonuçlar cep telefonuna geliyor ve onunla sokağa çıkabiliyorlar. İki günlük test sonucun yoksa sokağa çıkmak yasak…

Aşılanma oranı Türkiye’ye göre çok düşükmüş. Ancak test sayısında Almanya’dan bile ileri olduklarını söylüyorlar. Herkese sürekli test yaparak ve karantina uygulamalarıyla önlem almaya çalışıyorlarmış…

“Maskeyi” söylemeyi unuttum… Daha gitmeden uyarmışlardı. Uçakta da dağıttılar. Türkiye’de kullandığımız maskeler orada kullanılamıyor. Özel filtreli maskeler isteniyor. Bizimkilere göre çok daha sıkı, kulakları acıtan, N95 tipi bir maske… Ve tabi fiyatı da ona göre…

Neyse ki, İstanbul’a gelince ilk değiştirilen şey bu maskeler oluyor… Sanki İstanbul’da Kovid yokmuş ya da azmış gibi… Bilemedim…









DÖNÜŞ

Sonuç olarak "keyifli bir geziydi" diyebilirim. Birlikte olduğumuz arkadaşlarımız da bu geziye çok daha fazla keyif kattı. Baharda gitmek sanıyorum çok daha güzel olur. Ama “kışın günü” Viyana’yı da görmüş olduk…

Evet, ilk iki gün hava oldukça rüzgârlı ve soğuktu… Ancak daha sonra soğuk ama Eskişehir’dekinden daha biraz daha sıcak bir hava ile karşılaştık… Belki de şehrin güzellikleri havayı daha sıcak hale getirdi…

Benim için; gördüğüm şehirler arasında, Paris’ten sonra, Prag’dan ve Venedik’ten önce, ikisinin arasında bir yerde Viyana… Şimdilik ikinci sırada diyebilirim…





İSTANBUL

Sonra, uçakla İstanbul…

Önce N95 tipi maskelerimizi çıkarıp uçakta da dağıtılan “alışık olduğumuz” maskeleri takıyor ve “rahatlıyoruz”…

Ardından trafik…

"İstanbul’da biraz gezelim, sonra Eskişehir’e dönelim" diyoruz…

Hay girmez olaydık… Ne kırmızı ışık, ne şerit, ne yol, ne çukur… Bir karmaşa… Adeta kaos… 16 milyon nüfus… Otoparktan çıkarken arabayı sürtüyoruz. 300 kilometrelik yolu tam yedi saatte tamamlıyoruz…

“Daha erken çıksaydık, trafiğe yakalanmazdık ama…” diye açıklamaları dinliyoruz…

“Allah İstanbul’da yaşayanlara sabır versin…”

“Eskişehirli hemşerilerim şikâyet etmesin…”

“Güzel şehrimizin, cennet ülkemizin kadrini kıymetini bilmek lazım…”

Biraz soluklanalım… Nereye gidiyoruz?



“Roma…”