“Sosyoloji, Demokrasilerde Yaşanan Zehirlenmelerin Panzehiridir”

Geçtiğimiz hafta Fransa’nın Nice şehrinde uluslararası, disiplinlerarası bir kongreye katıldım. Kongrede dikkatimi çeken sunumlardan biri, ABD’li gazeteci ve Boise State Üniversitesi öğretim üyesi Carissa Wolf’un, gazetecilik uygulamalarında ve eğitiminde sosyolojik yaratıcı yaklaşımlarla eleştirel hikaye anlatımı üzerine yaptığı çalışmaydı.

Wolf’un en çarpıcı cümlesi ise şuydu:

“Sosyoloji eğitimi olmadan gazetecilik eğitimi olmaz. Çünkü sosyoloji, demokrasilerde yaşanan zehirlenmelerin panzehiridir.”

Ardından ABD’de bile gazetecilik müfredatlarında sosyolojinin çoğu zaman göz ardı edildiğinden yakındı.

Wolf’un bu sözü beni derinden düşündürdü.

Çünkü sadece gazetecilikte değil, aslında bütün meslek alanlarında şu soruyu kendimize sormamız gerekiyor:
“Sosyoloji eğitimi olmadan insanı, toplumu ve yaşadığımız dünyayı nasıl anlayacağız?”


Çağdaş toplumlarda yasama, yürütme ve yargının yanına medya dördüncü güç olarak eklenmiştir. Ama medya sadece güç değildir; aynı zamanda topluma ve kurumlara tutulan bir aynadır.

Ancak bu aynanın hangi yöne tutulduğu, neleri büyüttüğü, neleri görünmez kıldığı, iç bükey mi, dış bükey mi olduğu hep tartışılagelmiştir.

Peki, burada sosyoloji bilmek nasıl bir fark yaratır?

Sosyoloji bilmeyen bir gazeteci, yoksulluğu sadece “üç çocuklu bir annenin dramı” olarak görür. Oysa sosyolojiyi bilen bir gazeteci, yoksulluğun arkasındaki yapısal eşitsizlikleri, gelir adaletsizliğini ve sosyal politikaların yetersizliğini görür, gösterir.

Kadına yönelik şiddeti, yalnızca üçüncü sayfa haberi olarak mı göreceğiz? Yoksa patriyarka, cinsiyet rolleri ve toplumsal normlar üzerinden daha derinlikli bir analiz mi yapacağız?

Bir grev haberinde sadece işçilerin maaş talebini mi aktaracağız, yoksa bu talebin ardındaki emek-sermaye ilişkisini, küresel ekonomi politikalarını da mı anlatacağız?

Sosyoloji bilmeden yapılan gazetecilik, yüzeyde kalır. Görüneni aktarır ama görünmeyeni, gizleneni ve sistematiği çoğu zaman ıskalar.

Bir doktor düşünün…

Hastasına sadece biyolojik bir vaka olarak mı bakmalı? O kişinin yaşadığı yoksulluğu, eğitime erişimini, sosyal destek ağlarını bilmeden nasıl etkili bir tedavi uygulanır? Bugün sağlıkta sıkça konuşulan “sosyal belirleyiciler” tam da bunun için var.

Mühendisler için de benzer bir durum geçerli.

Deprem riski olan bir bölgede bina yaparken, sadece teknik bilgi yeterli mi? İnsanların kültürel alışkanlıkları, mahalle dayanışmaları, yerel yönetimlerle ilişkileri bilinmeden yapılan her plan, kağıt üzerinde kalmaya mahkum.

Fen bilimlerinde dahi bu böyle.

İklim kriziyle mücadelede insan davranışlarını, tüketim kalıplarını, toplumsal direnç noktalarını analiz etmeden hangi teknoloji tek başına çözüm olabilir ki?

Sosyolojinin bu kadar önemli olduğunu söyledikten sonra, şu soruyu da mutlaka sormak gerekiyor:
“Peki, sosyoloji eğitimi nasıl olmalı?”

ABD’deki gazetecilik okullarıyla doktora sürecimden beri yakın iletişimdeyim. Ama ilk kez bir öğretim üyesinin, ABD’de verilen sosyoloji eğitiminin yeterli olmadığını bu kadar açık şekilde dillendirmesi beni şaşırttı. Çünkü bu eğitim, bizde öğrenciliğimden beri vardı.

Ama sonra bir an durup düşündüm…
“Evet, vardı. Ama nasıl vardı?”

Açık söyleyeyim, ben bu dersi hem zorunlu olduğu için hem de İngilizcemi geliştirmek için almıştım. Hâlâ kütüphanede ezberleyerek çalıştığım İngilizce sosyoloji kitabının cümleleri uçuşuyor:

“Auguste Comte is the father of sociology…”

“Socialization is fitting new individuals into integrated parts of life…”

Ama ben böyle bir sosyoloji eğitiminden söz etmiyorum.

Sosyoloji eğitimi; öğrenciyi hayatla buluşturan, düşündüren, ona kendisini ve çevresini başka gözlerle görmeyi öğreten bir deneyim olmalı.

Sosyoloji dersi; herhangi bir meslek alanına yapıştırılmış bir “eklenti” değil, o mesleğin toplumsal bağlamını kuran temel unsurlardan biri olmalı.

Sağlık fakültelerinde “Sağlık Sosyolojisi”, mühendislikte “Toplum ve Teknoloji”, iletişimde “Medya ve Toplum”, hukukta “Toplumsal Adalet ve Hukuk” gibi…

Ve bu dersler; sadece “-mış gibi” yapılan, ezbere dayalı, klişe içeriklerle değil…
Hayatın içinden örneklerle, güncel olaylarla, tartışmalarla, uygulamalarla yürütülmeli.

Eleştirel olmalı sosyoloji eğitimi…
Tabloya sadece bakmak değil, o tablonun nasıl yapıldığını anlamak olmalı.
Bazen ressamı, bazen fırçayı, bazen de tuvalin kenarındaki gözden kaçmış detayları sorgulamalı.

İşte o zaman, gerçekten “sosyoloji eğitimi” vermiş oluruz.

Carissa Wolf’un dediği gibi:

“Sosyoloji, demokrasilerde yaşanan zehirlenmelerin panzehiridir.”

Ben de diyorum ki:

Sosyoloji, insan olmanın, toplumda anlamlı, ahenkli, adil ve dengeli bir yaşam sürdürmenin temelidir.

O yüzden…
Hangi fakültede okursanız okuyun…
Hangi mesleği yaparsanız yapın…
Sosyolojiyi bilmek, hayatı daha doğru okumaktır.

Ve son bir soru:
O halde şu sosyoloji derslerini gözden geçirmeye ne dersiniz?


Prof. Dr. Erkan Yüksel



30.06.2025 tarihinde şurada yayınlanmıştır: