Üniversite Tercihi Yaparken Nelere Dikkat Edilmeli? Hayalini Kur, Gerçeği Gör, Kararını Ver!



Merhaba genç arkadaşım,

Üniversite sınavı geride kaldı. Şimdi tercih zamanı.

Peki, bu tercih nasıl yapılmalı?
Puana bakarak mı? Sıralamaya göre mi?
Yoksa biraz hayal, biraz gözlem, biraz da kendini tanıma gerekir mi?

"Ben zaten hangi bölümü istediğimi biliyorum" diyor olabilirsin, demiyor da olabilirsin.

Ben bir öğretim üyesiyim. Bu soruları yıllardır hem sizlerden hem de anne babalardan alıyorum. Bu kez hem bir abi hem de bir yol arkadaşı olarak görüş ve önerilerimi paylaşmak istedim.

Şimdi gel, tercih yolculuğuna birlikte çıkalım.

Pişman olmayacaksın...

Orman Yangınları Devam Ederken Haberciliğin Vicdanı Ne Diyor?

ESKİŞEHİR’DE yaşanan orman yangınında 10 canımızı yitirdik. Yüzlerce hektar ormanlık alan ise küle döndü. Şehirde gökyüzünü kaplayan kara dumanlar, güneşi perdeledi; havada süzülen küller adeta yağmur gibi üzerimize yağdı. O saatlerde, bir yandan olup biteni anlamaya çalışıyor, bir yandan da bilgi almaya çabalıyorduk.

Televizyondaki haberleri izlerken yüreklerimizin de ormandaki ağaçlar gibi tutuştuğunu hissettik. Çocuklar endişeliydi. Şehirde pek çok insanın yüreğinde korku, panik ve çaresizlik dolaşıyordu. Televizyonu kapatmak ya da sosyal medyadan uzaklaşmak, ne yazık ki yangına da ölümlere de çare olamıyordu…

Elbette böylesi büyük bir felaketin ardından medyanın rolünü ve haber dilini sorgulamak, hem bir iletişim bilimci hem de bir yurttaş olarak hepimizin ortak sorumluluğu olmalı.

Felaket zamanları, gazeteciliğin turnusol kâğıdıdır. Haberciliğin bilgi verme işlevi ile duygu sömürüsü arasındaki çizgi, kriz anlarında daha da belirsizleşir. Bir süeredir devam eden orman yangınlarına dair birçok haberde bu çizginin ne yazık ki aşıldığını gördük.

Bazı haberlerde, travmatik görüntüler ve yakınlarının feryatları etik süzgeçten geçirilmeden ekranlara taşındı. Sosyal medyada ise hız ve etkileşim uğruna, gerçeklikten uzak ve teyitsiz bilgiler dolaşıma sokuldu. Oysa “kendini haber öznesinin yerine koymak” habercilikte yalnızca bir empati çağrısı değil, aynı zamanda etik bir sorumluluktur.

Doğrulama Platformları Rehberi: Gerçeği öğrenmeden paylaşım yapma!


SOSYAL medyada bir paylaşım, bir görsel, bir anket ya da bir iddia göz açıp kapayıncaya kadar milyonlara ulaşabiliyor. Fakat bir sorun var: Bu bilgilerin hangisi doğru? Hangisi çarpıtılmış, değiştirilmiş ya da kasıtlı olarak hazırlanmış?

“Infodemi” çağında yaşıyoruz. Yani, bilgi bolluğu ama aynı zamanda yalan seli içinde.

Neyin doğru olduğunu artık yalnızca gazeteciler değil, hepimiz sorgulamalıyız.

Peki nasıl?

Bu yazıda tam da bu soruya yanıt arıyoruz: Doğrulama platformları nedir? Türkiye’de hangi platformlar var? Nasıl çalışır, nasıl kullanılırlar? Ayrıca, herhangi bir içeriği paylaşmadan önce dijital vatandaşlık bilinciyle nasıl hareket etmeliyiz?

Algı Operasyonlarına Karşı Bireysel Savunma Nasıl Yapılır?

GERÇEK mi, algı mı?” sorusunun gölgesinde geçen bir çağda yaşıyoruz. Bilginin adeta yağmur gibi üzerimize yağdığı ve gerçeğe ulaşmanın giderek zorlaştığı bir çağdayız. Bir önceki yazımızda algı yönetimi stratejilerini, tarihsel örneklerini ve medya üzerindeki etkilerini ele almıştık. Bu yazıda ise vatandaş olarak bizim, algı operasyonlarına karşı nasıl korunabileceğimizi, hangi yöntemleri izleyeceğimizi ve algı yönetimiyle nasıl mücadele edebileceğimizi ele aldım.



Algı Yönetimi Nedir, Nasıl Yapılır, Neden Önemlidir?




TARİH boyunca savaşlar yalnızca topraklar üzerinde değil, zihinler üzerinde de verilmiştir.

Kimi zaman bir komutanın hitabetiyle, kimi zaman bir heykelin duruşuyla, kimi zaman da bir taş kabartmanın suskun ama etkili anlatımıyla…

M.Ö. 5. yüzyılda Atinalı Perikles, Peloponez Savaşları sırasında yaptığı hitabelerle ün kazanmıştır. Bu sözleriyle yalnızca ölen askerleri onurlandırmamış; aynı zamanda halkın savaşma isteğini tazelemiş, kayıpları anlamlı kılmış, direnişi güçlendirmiştir.

Roma İmparatorluğu da zafer takları, arenalardaki gösteriler ve görkemli törenlerle imparatorluk görkemini hem gözlere hem gönüllere kazımıştır.

M.Ö. 1274’teki Kadeş Savaşı ise hem Mısırlıların hem de Hititlerin kendi halkına “biz kazandık” dediği bir savaştır. Askeri açıdan kesin bir galibi olmayan bu savaşın ardından iki hükümdar da kendi zafer anlatılarını inşa etmiştir. II. Ramses, Mısır tapınaklarındaki kabartmalarda kendisini “tek başına yüzlerce düşmanı yenen tanrısal komutan” olarak resmettirirken; Hitit tabletlerinde Mısırlıların pusuya düşürüldüğü, geri çekildikleri ve bölgenin Hititler tarafından kontrol altına alındığı yazılmıştır.

Tarihte hiçbir iktidar, halkın ne düşüneceği, neye inanacağı ve neyi tartışacağı konusunda sahayı başıboş bırakmamıştır.

Ancak günümüzde bu alan yalnızca iktidarların değil; bireylerin, şirketlerin, dijital platformların ve hatta algoritmaların da müdahil olduğu çok aktörlü bir mücadele zeminine dönüşmüştür.

Bu yazıda, “algı yönetimi” kavramını tarihsel örneklerden günümüze taşıyarak; bu stratejinin ardındaki dinamikleri, kullanılan temel teknikleri ve günümüzde aldığı yeni biçimleri değerlendirmeye çalıştım.

Nice’te İlham Verici Bir Akademik Buluşma...

Geçtiğimiz haftalarda, Fransa'nın Côte d’Azur kıyısındaki büyüleyici şehir Nice’te, “8th International Conference on New Trends in Social Sciences (NTSSCONF 2025)” adlı uluslararası bir konferansa katıldım. Université Côte d’Azur’un mimarisi, akademik enerjisi ve yaz güneşiyle birleşen atmosferi; öğrenmeye, paylaşmaya ve yeniden düşünmeye ilham veren bir zemin sundu.


İletişimle Kazanmak ya da Kaybetmek: Stratejik İletişim Planlaması Nedir, Nasıl Yapılır? Ne Değildir, Nasıl Yapılmaz?

Stratejik iletişim planlaması bir tercih değil, bir zorunluluktur. Bu yazıda uyuşturucuyla mücadele kampanyalarından yola çıkarak bir stratejik iletişim planlamasının 10 aşamasını, sık yapılan hataları ve olmazsa olmazları ele alıyorum.

 


Stratejik iletişim, belirli bir hedef doğrultusunda bireylerin bilgi, tutum ve davranışlarında değişim yaratmayı amaçlayan, planlı, ölçülebilir, çok kanallı ve sürekli bir süreçtir. Tek seferlik kampanyalardan farklıdır. Salt tanıtım ya da kamu spotu üretmek değildir.

Stratejik iletişim yalnızca kurumun ya da kişinin iyi görünmesi için yapılmaz. Amaç güven inşa etmek, toplumsal fayda üretmek, bilinçli değişim yaratmaktır. İmajdan öte, etki odaklıdır.

Kurumun vizyonu, hedef kitlenin profili, toplumsal değerler, siyasal iklim ve iletişim mecralarının dili bu planlamada birlikte düşünülmelidir. Bu süreç, kurumun kendi içinde yaptığı bir iç monolog değil, toplumla kurduğu empati temelli bir diyalog olmalıdır.

Stratejik iletişim sadece basın bürosu ya da sosyal medya ekibinin masa başında hazırladığı bir rapor değildir. Kurumun tüm birimlerinin, karar vericilerin, uzman ve uygulayıcıların katılımıyla yürütülmesi gereken bir süreç yönetimidir.

Stratejik iletişim planlaması yalnızca bir kamu spotu çekmek ya da afiş basmak değildir. Kamu spotları ve afişler sadece bu planın aracıdır. Mesajın hedef kitlesi, dili, zamanlaması ve yaygınlaştırma planı yoksa, en iyi prodüksiyon bile boşa gider.

Stratejik iletişim slogan yaratmak ya da reklam yapmak da değildir. Amaç tanıtım değil, toplumu bilinçli şekilde dönüştürmektir. Dolayısıyla bu süreç, “konuşuyor gibi yapmak” değil, toplumu konuşturmak için planlamadır.

Uyuşturucu Sessizliğinde Bir Umut Çığlığı: “Yavrumuz Yeniden Doğdu!”

“Yavrumuz yeniden doğdu…”

Bu üç kelime, bir annenin yeniden nefes alışı…

Sanatçı Umut Akyürek’in, kızının uyuşturucu bağımlılığıyla verdiği zorlu mücadelenin ardından kurduğu bu cümle, son yıllarda medyada karşılaştığım en çarpıcı ifadelerden biri. Çünkü bu söz, ülkemizde her yıl sayısı artan binlerce annenin yüreğinde gizli kalmış bir çığlığa tercüman oluyor.

Bugünlerde ekonomik sıkıntılardan, siyasi çekişmelerden, savaşlardan ve terör olaylarından oluşan gündemimizde kendine fazla yer bulamayan; ancak en az bunlar kadar hayati bir sorunumuz daha var.

Ne açıkça konuşabildiğimiz, ne boyutları hakkında yeterince bilgi sahibi olduğumuz, ne de etkili önlemler alabildiğimiz bir toplumsal bekâ sorunu…

Sessiz ama derinden; hızlı ama fark edilmeden; tehlikeli ama giderek normalleşen; suskunlukla büyüyen bir halk sağlığı krizi: Uyuşturucu bağımlılığı.

 

Bu sorun artık yalnızca uzak mahallelerin, karanlık sokakların ya da “bizden olmayan” hayatların meselesi değil.

Özel okullarda okuyan, iyi eğitim almış, sosyal çevresi geniş gençlerin de içine çekildiği bir karanlıktan söz ediyoruz.

Gelinen noktada bu konu yalnızca emniyetin, sağlık kurumlarının ya da rehberlik servislerinin omzuna bırakılabilecek bir sorumluluk olmaktan çıkmıştır. Artık hepimizin elini taşın altına koyması gereken bir eşiğe geldik.

Uyuşturucu yalnızca bireyi değil; ailesini, çevresini, eğitim sistemini ve nihayetinde toplumsal bağışıklığımızı zayıflatan bir krize dönüşmüş durumda.

Bu yazıda gençleri bu bağımlılığa sürükleyen nedenleri, bu karanlık tünele hiç girmemeleri için neler yapılabileceğini ve medyanın bu konudaki sorumluluğunu ele almak istiyorum.

Çünkü daha fazla görmezden gelmek, bu sorunun kendisi kadar tehlikeli bir tercih olabilir.

Kurumsal Sessizlik: Duyulmayan Seslerin Bedeli

Kurumlarda konuşmayanları görmezden gelmek, kısa vadede konforlu bir yönetim biçimi gibi görünse de uzun vadede en stratejik fikirlerin, en güçlü bağlılıkların ve en derin motivasyonların yitip gitmesine neden olabilir.



SUSKUNLUK…

“Salla başını, al maaşını” sözünü duymuşsunuzdur.

Halk arasında buna benzer daha birçok ifade vardır: “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”, “Azıcık aşım, kaygısız başım”, “Ne şiş yansın, ne kebap”…

Bu sözler, yalnızca bireysel kaygıları değil; aynı zamanda kurum kültürlerindeki köklü bir sorunu da yansıtır: Suskunluk.

Birçok kurumda sabah sekizde gelip akşam beşte çıkan, verilen işi yapan ama hiçbir şeye karışmayan insanlar görürüz.

Çoğu zaman çalışkan, düzenli ve sadıktırlar ama bir ortak özellikleri daha vardır: Sessizdirler.

Bir fikri olsa da dile getirmez, haksızlık gördüğünde konuşmaz, daha iyi bir yol bildiği hâlde susar.

“Benim işim değil”, “söylesem ne olacak ki” gibi cümlelerle kendilerini geri çekerler. Bu durum bireysel tercihten çok, kurumsal iklimin bir sonucudur.

Manzaraya En Tepeden Bakmak

 

İlk kez o zaman anladım…

Yıllar önce, Konya Meram’da köfte yemek ve ayran içmek için küçük bir tepenin üzerine çıkalım dedik. Tepede manzaraya bakarken fark ettik ki, hemen arkada bir başka tepe daha var. Çok da acıkmamış olmalıyız ki, daha güzel bir manzara görmek için biraz daha yürüdük ve o tepeye çıktık.

Sonra bir daha… Bir daha…

Her tepeyi aştığımızda, arkasında başka bir tepenin daha olduğunu gördük.
Aşağıdan baktığımızda, öndeki küçük tepenin manzaranın tamamı olduğunu sanıyorduk. Ama her yükseldiğimizde gördük ki, daha geniş bir bakış açısı hep bir sonraki yükseklikte gizli.

Sonunda Takkeli Dağ’a bakarken anladık: Konya’da ulaşabileceğimiz en yüksek yer orası…