ESKİŞEHİR’DE yaşanan orman yangınında 10 canımızı yitirdik. Yüzlerce hektar ormanlık alan ise küle döndü. Şehirde gökyüzünü kaplayan kara dumanlar, güneşi perdeledi; havada süzülen küller adeta yağmur gibi üzerimize yağdı. O saatlerde, bir yandan olup biteni anlamaya çalışıyor, bir yandan da bilgi almaya çabalıyorduk.
Televizyondaki haberleri izlerken yüreklerimizin de ormandaki ağaçlar gibi tutuştuğunu hissettik. Çocuklar endişeliydi. Şehirde pek çok insanın yüreğinde korku, panik ve çaresizlik dolaşıyordu. Televizyonu kapatmak ya da sosyal medyadan uzaklaşmak, ne yazık ki yangına da ölümlere de çare olamıyordu…
Elbette böylesi büyük bir felaketin ardından medyanın rolünü ve haber dilini sorgulamak, hem bir iletişim bilimci hem de bir yurttaş olarak hepimizin ortak sorumluluğu olmalı.
Felaket zamanları, gazeteciliğin
turnusol kâğıdıdır. Haberciliğin bilgi verme işlevi ile duygu sömürüsü
arasındaki çizgi, kriz anlarında daha da belirsizleşir. Bir süeredir devam eden orman yangınlarına dair birçok haberde bu çizginin ne yazık ki aşıldığını gördük.
Bazı haberlerde, travmatik görüntüler ve yakınlarının feryatları etik
süzgeçten geçirilmeden ekranlara taşındı. Sosyal medyada ise hız ve etkileşim
uğruna, gerçeklikten uzak ve teyitsiz bilgiler dolaşıma sokuldu. Oysa “kendini
haber öznesinin yerine koymak” habercilikte yalnızca bir empati çağrısı değil,
aynı zamanda etik bir sorumluluktur.